22 Mayıs 2016 Pazar

Dünyanın Son Reyonu

Yerdeki taşlara bakarak yürüyorduk yani onun da baktığını varsayarak, yerdeki taşlara bakarak yürüyordum. Ara sıra durup adımlarımızı eşitlemeye çalışıyordum. Bu yürürken oynadığım küçük bir oyundu. Ama nedense bir süre sonra bu oyundan da sıkıldım. Yüzüne baktım, kararlı bir şekilde yürüyordu. Kafasında olan biten şeyleri yüzüne  zerre kadar yansıtmayarak. İnsanlar uzun mesafe yürürken bir ton şey düşünmeye meyillidirler. Yürümek sanki beyindeki çarkları döndürüyor gibi ya da insan vücudunu yürümeye ayarlayıp bedeni o işle meşgulken ona çaktırmadan kafasının içine bir yolculuğa çıkıyor da denilebilir. Ben bu düşüncelerle dengesiz bir biçimde yürürken birden durdu ve bir ah çekti.
"Sigara alacaktık, unuttum. Şurda bir market vardı alıp geleyim bekle istersen."
"Sorun değil, gidelim birlikte."
Bir ara sokağa girdik ve sonra sağa döndük. Marketin önüne geldiğimizde sanki bütün sokak durup bize baktı gibi bir hisse kapıldım. Bütün sokak derken kastettiğim insanlar değil, sokaktaki kaldırım taşlarından evlerin balkonlarında duran saksılardaki bitkilere ve hatta park halindeki arabalara kadar. Sokak  bütün varlığıyla döndü ve bize sorgular şekilde baktı. Bu garip his midemin içine  oturmuştu. Bu sırada o, burada önceden başka bir market olduğunu ve onun yerine yenisinin açılmış olabileceğini söyledi, yani öyle  söylediğini sanıyorum çünkü başım öyle güçlü dönmeye başlamıştı ki, sesler bana ulaşana kadar formlarını kaybediyor ve boşlukta kayboluyorlardı.  İnsanlar markete girdiklerinde bütün telaşları yok oluyor büyülenmiş gibi yavaş adımlarla ilerleyerek  ürünlere bakıyorlar, yine çok yavaş şekilde ürünleri sepetlerine yerleştiriyorlardı. Yaşlı bir kadın, mini pembe bir etek ve üzerine de yine parlak pembe bir buluz giymişti. Makyajı bir palyaçoyu andırıyordu. Önüne gelen bütün çikolataları sepetine atıyor, titreyen elleriyle bisküvilerin ambalajlarını inceliyordu. Bir senfoni sergiler gibi herkes senkronize olmuş yavaş ve büyülenmiş şekilde reyon aralarında ilerliyorlardı. 
 Birden elimi tuttu ve “İyi misin, daldın.” dedi. İyi olduğumu belirterek başımı yukarı aşağı salladım. Aslında bu sorunun cevabından ben de pek emin değildim.
"Çok garip ama sigaralar yukarı kattaymış, genelde kasada olmazlar mı? Adı gibi garip bir market burası. Kim bir markete -Tuhaf- ismini koyar ki, belki de sigaraları üst kata koydukları içindir. Onlar da sigaranın kasada olmamasını tuhaf bulmuşlardır. Ama bu üst kata koymalarına engel olmamıştır. Çünkü belki de, tuhaf olmaktan zevk alıyorlardır."
Sözünü bitirince markette Robert Schumann’ın dördüncü senfonisi yankılanmaya başladı. Ama biz  bunu artık garipsemiyorduk, çünkü burası tuhaf marketti. Burada her şey tuhaftı elbette.
Yaşlı kadın müziğe uygun adımlarla sakızların bulunduğu bölüme ilerleyip titreyen elleriyle bir sakız kutusunu tıkırdatarak ambalajını inceledikten sonra abur cubur dolu sepetine attı.
Daha sonra şarkıyı değiştirip, Grieg’den Solveig’s Song’u açtılar. Yukarıda bir odadan bu yayını yapan bir adam olduğunu düşündüm, müşterilerin hareketlerini izleyip buna uygun klasik müzikler çalan bir adam. Muhtemelen koca göbekli, pis sırıtışlı biridir. Ama saçmalamak için doğru bir zaman olmadığına karar verip bunu düşünmeyi sonraya bıraktım.
“Ben alıp geleyim sen burada bekle. Bileğin acıyordu zaten merdivenden çıkma.” dedi. Başımla onayladım ve temizlik ürünleri reyonuna göz gezdirmeye başladım. Vakit geçirmek için tuhaf bir reyonu seçmiştim fakat bu markete uyum sağlamam için bu gerekliydi. Ben tedirgin bir şekilde orada dikilirken birden şarkı yine kararsızca değişti ve Sabre Dance çalmaya başladı. Bu oldukça telaşlı şarkıya uyarak herkes telaşlı telaşlı hareket etmeye başladı. Yaşlı kadın hızlı adımlarla arkamdan geri geri koştu. Yaşlı bir kadının koşması oldukça zor değilmiş gibi bir de geri geri koşuyordu.
 Yumuşatıcıların olduğu rafa bakmayı bırakıp pembe giysili  yaşlı kadının peşinden ben de geri geri koşmaya başladım. Kasadaki insanlar küçük karıncalar gibi hızlıca işlerini halledip marketten çıkıyorlardı ve yeni karıncalar hızlıca içeri giriyordu. Kasadaki sıranın sonundaki bay karınca arkasını dönüp koca antenlerini bana doğru salladı, ben de benimkileri ona salladım. Sanırım bu bir selamlaşma türüydü. Haydn’dan The Heavens Are Telling eseri başladığında karıncalar yavaş sümüklü böceklere dönüştüler ve pembeli yaşlı kadın da geri geri koşmayı bırakıp yavaşca fakat ani hareketlerle çikolataları incelemeye devam etti. Karınca insanlar sümüklü böceklere dönüşmelerinin hemen ardından yavaşça ve hiç hissettirmeden yok oldular. Sanki güneşin doğması ve batması kadar doğal bir olaydı bu.  Onların ardında bıraktığı tuhaf boşluğa baktım. 
 Neredeyse on dakika oldu, nerede kaldı bu diye geçirdim aklımdan ve üst kata çıkıp  bir bakmaya karar verdim, bir sigara almak ne kadar zor olabilirdi ki. Karnım ağrımaya başlamıştı, karnımın içinde küçük solucanlar geziniyordu sanki. Yukarı kata çıkan merdivenlerin önünde bir süre duraksadım. Boğazım kurumuştu, kalbim değişik bir ritimde atıyordu. Merdivenleri çıkarken arkamdan basamaklar uzuyor ve Monteverdi’nin olduğunu anladığım bir şarkı eşliğinde dönüyorlardı. Dönen merdivenlerden çıktıkça önümdeki basamaklar bölünerek üçe dörde katlanıyordu. Hızlı adımlarla sonsuza katlanan merdivenlerden üçer üçer çıktım. Bileğim inanılmaz acıyordu. Sonunda durmaya karar verdiğimde merdiven de sakinleşip eski haline döndü. Onu kızdırmamak için yavaş adımlarla birer birer basamaklardan çıktım, o da artık bana zorluk çıkarmaktan vazgeçti.
 Yukarı kata ulaştığımda içimden sıkı küfürler ediyordum, neler oluyordu böyle? Sadece bir rüya da olabilirdi gerçi. Bu düşünce buruk bir teselli olarak içimde barınıyordu başından beri. Ama artık olasılık dahilinde olmadığını hissediyordum. Üst kata ulaştığımda bir kaç kişi alışveriş yapıyordu. Reyonların üzerinde aşağıdakinden farklı olarak isimler yazıyordu; -PARA ÜZERİ OLARAK VERİLEN SAKIZ REYONU-  Ah Tanrım! dememle birlikte yanımdan öyle bir adam geçti ki şaşkınlıktan iki elimle ağzımı sımsıkı kapattım. Adamın uzun saçları ve uzun sakalları vardı,ve beyaz ışıklar saçıyordu. Kafamdaki Hz. İsa figürüne o kadar benziyordu ki, bu benzerlik elle tutulacak kadar katı ve korkunçtu. Saçmalamaya son verip, "İsa kot pantalon ve Vans giymezdi, ayrıca -para üzeri olarak verilen sakızlar-dan da bir sepet dolusu almazdı" diye düşündüm. Ellerimi yavaş yavaş açıp ağzımdan çektim. Sigara reyonunu bulmalıydım. Sigara reyonu, nasıl bir saçmalıktı bu. Koridor boyu hızlı hareketlerle etrafa bakınarak yürüdüm. Sonunda onu gördüm -KASADA OLMASI GEREKEN SİGARALAR- reyonu. Brahms’ın bir senfonisi yankılanıyordu.
  Onu gördüğümde, pembe giysili yaşlı kadınla konuşuyordu.
-Buraya merdivenden çıktığıma eminim, fakat şu an merdiveni bulamıyorum.
-Buraya çıkmış olamazsın ki, burası bodrum katı.
-Peki, o zaman üst kata çıkan merdiveni gösterebilir misiniz lütfen?  Arkadaşım aşağıda, ah pardon yukarıda yarım saattir beni bekliyor ve telaşlanmış olmalı.
Elinde bir paket Marlboro tutuyordu. Yaşlı kadın ise bir sepet dolusu abur cubur. Kadın konuşmaya devam etti.
-Ama buradan yukarı çıkamazsınız ki, burası en üst kat.
Arkadaşım artık dayanamayıp  ”Dalga mı geçiyorsun sen benimle!” diye bağırdı. O an kafamda bir algı patlar  gibi oldu. Sanki yavaşça ve rahatça her şeyin ayırdına varmıştım. İçimde oluşan kabullenme hissinin verdiği rahatlıkla yanına gidip onu kolundan tuttum. Beni görünce telaşla sarıldı, özür diler gibi gözlerime baktı. “Endişelenme, iyiyim.” dedim. 
“Gel İsa’ya soralım. O belki çıkışı biliyordur.” dedim ve fısıldayarak ekledim. “Yaşlı bir kadın, bu kadar üzerine gitmemeliydin.”
İsa dememi idrak edemediği belli, şaşkın bir yüz ifadesiyle beni takip etti. Onu para üzeri olarak verilen sakızlar bölümüne götürdüm. İsa’ya benzeyen adam hala orada hepsi aynı marka olan ucuz sakızlardan hangisini alması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. En azından böyle görünüyordu.
-Pardon! Bakar mısınız, yukarı çıktığımız merdivenleri bulamıyoruz. Yani sanırım kaybolduk. Ne tarafta olduklarını gösterir misiniz acaba?
İsa’ya benzeyen adam ilahi gözleriyle beni süzdü. Daha sonra olukça serin kanlı bir ifadeyle “Ne merdiveni?” dedi.
“Burada, Dünyanın sonunda.” diye ekledi sonra. Sanırım bu bir soruydu yani şu şekilde çevirilebilirdi; “Burada ha? Dünyanın sonunda yani? Ne saçmalıyorsun sen?”
Daha sonra sakızları sepetine atıp bize doğru yürüdü. “Burada merdiven falan yok.”
Müzik yayını kesilmişti.

1 yorum: